"İleride benim de böyle cümlelerle başlayan öykülerim olmalı" derdim. Galiba vakit çoktan geldi de geçiyor...
Ortaokul sıralarında en sevdiğim sanatçıydı Erkin Koray. Hele "Arap Saçı" şarkısı dillere düştüğünde günde en az yirmi kez dinlediğimi hatırlarım.
Büyük annemin sınıf geçme hediyesi olarak aldığı küçücük pikapla gençliğin verdiği ilk duygularla aşk yaşardık günün popüler şarkılarının 45'likleriyle ve gözümüz gibi saklar, birbirimize ödünç verirken "aman ha sakın çizilmesin" demeyi ihmal etmezdik.
Evet gelelim "Arap saçı"nın kelime anlamına. Biz bu kelimeyi birçok alanda kullansak da; sözlük anlamı "çözümlenmesi zor olan bir oluşum" olarak belirtiliyor.
Lise yıllarımda belime kadar uzun saçlarımı iki örgü yapardım.
İzmir Namık Kemal Lisesi'nde okumak İzmirli için bir gururdu.
Okulumuzun disiplin hocası Meliha Ketenci'yi sevgiyle anımsıyorum. O yıllarda biz kızların saçları ve etek boyları sıkı bir kontrolden geçerdi. Dümdüz pırasa misali saçlarımdan nefret eder, kıvır kıvır olanlara bayılırdım.
Okuldan mezun olduğum yıl, koşa koşa kuaföre gidip Arap saçı misali perma yaptırmıştım da yine orijinali gibi olmamıştı. Üstelik uçları yanmıştı. Bir daha tövbe ettim ve asla böyle bir deliliğe kalkışmadım.
Şimdilerde "saç maşası" denen şeylerle arada sırada idare ediyorum.
İzmirli olmak biraz da "göçmen kızı" olma muhabbetini de beraberinde getiriyor. Atalarımız soyumuz ve geldiğimiz yer malum.
Yunanistan, Balkanlar ve Adalar derken mozaik olmuş bir kültürün içinden fırlamış "ot" yemeklerimiz meşhurdur.
Yakın tarihte başlamasına rağmen, kısa sürede çok sevilen ve geleneksel haline gelen Alaçatı Ot Festivali'nde Ege'mizin gururla sergilediği yemek çeşitlerimiz dünya mutfağına meydan okuyor.
Çocukluğumdan beri yine annemin yaptığı kuzu etli arapsaçı yemeğine bayılırdım da mevsimi çok kısa sürdüğü için defalarca bizim evde pişsin diye büyüklerimin başının etini yerdim... Bu otu İstanbul'da aylarca aradım da bulamadım.
İzmirli bir arkadaşım geçenlerde sürpriz yapmış bana getirmiş. Sanki dünyaları bağışladı.
Çok mutlu olduğum ender anlardan biriydi.
Gelelim ilişkilerdeki karmaşaya.
Son yılların trend kaosu. İç içe yumak olmuş bir durum söz konusu.
Televizyon izlemek artık bir işkence.
Sürekli bağıran insanlar...
Yüksek sound seslendirmelerin kulakları sağır eden volümleri.
Canım sinema salonunda film izlemek istediği zaman da, duygusal ve konusu aşk olanları tercih ediyorum. En azından dolby sistemin zararları asgariye iniyor. Gürültü ve patırtı yerine, gözyaşı ve sevgi fısıltıları var.
Artık aşkın bile acısının gerçek olmadığı günümüzde "İnsan bu kadar mı özler gerçek sevgiyi" diyoruz. Sarmaş dolaş bir uzaklık. Arap saçına dönmüş aşklar... Genç kızlığımda "Dallas" dizisi vardı. Öyle veya böyle hafızamızda hala yerini koruyor.
Hani tabiri caizse "kimin eli kimin cebinde" durumları bize fazla gelirdi.
İzlerken bile "iyi ki bizim ilişkilerimiz böyle değil" diye kendimizle övünürdük. Köprünün altından çoook sular geçti. Artık bu dünya bildiğimiz dünya değil.
Biz de çok değiştik. Her şey çok olağan geliyor. Aile ilişkilerinin değerini, eksildikçe anlıyoruz. Eski albümleri karıştırırken görüyoruz ki; her yıl azalarak sadeleştirilmiş kesir sayılarına dönmüşüz. Hayatımıza daha sonra katılan kişileri eşelemekten birçok güzel insanı yok saymışız. Hümeyra'nın eski bir şarkısıyla daha fazla karışmadan köşemize çekilelim:
"Ya her şeyim ya hiçim...
Sorma dünya ne biçim... Bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor."
Filiz Özkol : KHA
0 Yorumlar